VEHBİ BARDAKÇI'NIN SAYFASINA

HOŞ GELDİNİZ

BAĞIMSIZLIK MÜCADELESİNE "ADANMIŞ HAYATLAR"

"Bu romanları yazarken, Cevahir'le üç gün kuşatma altında kaldım. Ulaş'la hain pusularda, kan uykularda vuruldum. Cihan'la tünel kazdım. Mahir'le Kızıldere'ye gittim. Hüseyin, Yusuf ve Deniz'le darağacına çıktım. Nurhaklar'da Sinanlarla birlikte dolaştım. Bu romanlar çağımızın en büyük trajedisi ve en büyük başkaldırı destanıdır. Bu destanı ben yazmadım, onlar yazdı. Ben sadece onların kendi kanlarıyla yazdıkları o muhteşem destanı tüylerim ürpererek okudum ve okuduklarımı size aktardım. Sonunda bu romanlar çıktı ortaya. Onlara layık olmaya çalıştım. Her bir sözcüğü yürek damarımdan süzerek çıkardım. Bir noktanın, bir virgülün eğri durmasına gönlüm razı olmadı. Eğer onları gelecek kuşaklara doğru anlatabildiysem, bu romanlar amacına ulaşmış olacaktır." VEHBİ BARDAKÇI

 

Yazar Vehbi Bardakçı, üç kitaplık "ADANMIŞ HAYATLAR" serisinde, Mahir Çayan, Deniz Gezmiş ve Kaypakkaya gibi 68 eylemlerinin ünlü adlarını edebiyata taşıyor...

68 KUŞAĞININ ROMANI İLK KEZ YAZILIYOR

Yetmişli yıllarda devrimci mücadele içine giren sosyalist yazar Vehbi Bardakçı, 68 gençlik önderlerinin doğru tahlil edilemediğini ve bu nedenle bu seriyi yazma ihtiyacı duyduğunu söylüyor. 68 gençlik önderleri üzerine bugüne kadar pek çok kitap yazıldığını hatırlattığımızda, Vehbi Bardakçı, 68 kuşağı üzerine yazılmış bütün kitapların belgesel olduğunu ve o kuşak üzerine ilk kez roman yazıldığını belirterek şunları ekliyor:

"O kuşak üzerine ilk roman serisini ben yazdım. Bu romanları yazmamın nedeni, onların kasıtlı olarak çarpıtılmaları ve genç kuşaklara yanlış aktarılmalarıdır. Kendilerini 'solcu' zanneden bazı düzenbazlar, 'bunlar iyi çocuklardı ama cuntanın aleti oldular' gibi saçmalıklar üretiyorlar. Sağ kesimin onlara bakışı ise zaten bellidir. Türkiye'yi sarsan bu devrimci mücadelenin kalıcı edebi eserlere taşınması gerektiğini düşündüm. Birilerinin bunu mutlaka yapması gerekiyordu. Bu onurlu işi yapmak bana düştü.

 

Onların neyi savundukları ve ne uğruna ölüme gittikleri apaçık ortadadır. Başlangıçta demokratik haklar için yapılan eylemler, baskılar artıp tüm demokratik yollar tıkanınca, emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesine dönüştü. Anadolu topraklarında asırlardır birlikte yaşayan Türk ve Kürt halklarının kardeşliğini istiyorlardı. Bu mücadeleden rahatsızlık duyan faşist güçlerce katledildiler."

 

Yurtdışında yaşayan Bardakçı, okurlarıyla sürekli iletişim hâlinde. Yazarın Türkiye'ye gelmesini fırsat bilen kitapseverler yazarla buluştu. Kadıköy'de, İstanbul'un gürültüsünden ve kaosundan uzak, ağaçlarla kaplı NHKM (Nazım Hikmet Kültür Merkezi) bahçesinde okurlarıyla dost sohbeti tadında bir toplantı gerçekleştirdi. Toplantıda, ülke gündemi, 68 gençliği, Mustafa Kemal'in milli bağımsızlık iradesi ve emperyalizm gibi konular tartışıldı. Bardakçı, ağustos ortalarında, yurtdışında yayınlanan "Aydınlık" gazetesinde de yazmaya başlayacak.

SOSYALİZM PAYLAŞIM BİLİNCİYLE GELECEKTİR

Bardakçı, 12 Eylül 1980 darbesi nedeniyle yurtdışında yaşamak zorunda kaldığını ve on beş yıl ülkesine dönemediğini söylerken hâlâ duygulanıyor. Vatan hasreti oldukça zor zamanlar geçirmesine neden olmuş.

Yazar, sürgünde bunalıma düştüğünü, yazmaktan ve sosyalizmden uzaklaştığını söylemeyi de ihmal etmiyor. Ancak, Denizleri ve Mahirleri anlatan "Adanmış Hayatlar" serisini yazarken yeniden sosyalizmle buluştuğunu söylüyor.

 

Emperyalizmin kasıtlı olarak sosyalizmi iflas etti gibi gösterdiğini söyleyen Bardakçı, "tek alternatif kapitalizmmiş gibi gösteriliyor" diyor. "Oysa iflas eden sosyalizm değildir. Söz konusu olan, tüketim toplumunun, yani kapitalizmin ortaya çıkardığı bireyciliğin iflasıdır. Sosyalizm, paylaşım bilinciyle gelir."

 

Sohbet sırasında, Bardakçı'ya "Adanmış Hayatlar" serisindeki ana fikrin ne olduğunu soruyoruz. 68 önderlerinin "model" insan olduğunu söylüyor ve sözlerine şöyle devam ediyor: "Onlar, hem ülke sorunlarına duyarlı, hem dünyaya açıklardı. Türkiye'de yaşadıkları hâlde, yürekleri Küba'da, Vietnam'da, Kamboçya'da, Filistin'de atardı. Türk ve dünya edebiyatını yakından tanıyan, Radrigo'nun Gitar Konçertosu'nu dinleme özlemiyle dopdolu insanlardı. Nazım Hikmet'ten Hayyam'a kadar bütün şairleri ezbere bilirlerdi. Yazarken, genç kuşaklara 'ışık' olsun istedim."

MİLLİ TAVIR SERGİLENMEDEN DEVRİMCİ OLUNMAZ

Vehbi Bardakçı, "kendilerini 'sol' olarak adlandıran bazı kesimlerin, bu gençlerin mücadelesini, 'birilerinin ekmeğine yağ sürdüler, araç oldular' gibi tanıtmaları içimi acıttı. Oysa onların bağımsız bir Türkiye için nasıl mücadele ettiklerini çok iyi biliyoruz" diyor ve şunları ekliyor:

"Onlar, faşizmi ve emperyalizmi sorgulayan siyasi görüşleriyle sadece tarih yazmadılar, aynı zamanda bir kültür de yarattılar. Efsanevi bir direniş örneği gösteren, üç ay boyunca insanlık dışı işkenceler altında ser verip sır vermeyen ve darağacına giderken bile gelecek kuşaklara düşünsel bir miras bırakma çabasında olan bu gençler, tökezlemeyen tavırları ve sağlam duruşlarıyla geleneksel Anadolu halk kültürünün son halkasına eklendiler. Dadaloğlu, Köroğlu, Şeyh Bedreddin, Pir Sultan Abdal ve onlar... 68'li ağbilerimiz... Sonraki kuşaklar olarak meydan okuma kültürünü onlardan öğrendik. Nurhak ve Kızıldere, insanlığın en büyük başkaldırı ve meydan okuma kültürüne tanıklık etti. Oralarda bir dram yaşandı ve oralarda tüm insanlığa evrensel bir mesaj verildi."

 

"Bu romanları yazarken, Cevahir'le üç gün kuşatma altında kaldım. Ulaş'la hain pusularda, kan uykularda vuruldum. Cihan'la tünel kazdım. Mahir'le Kızıldere'ye gittim. Hüseyin, Yusuf ve Deniz'le darağacına çıktım. Nurhaklar'da Sinanlarla birlikte dolaştım. Bu romanlar çağımızın en büyük trajedisi ve en büyük başkaldırı destanıdır. Bu destanı ben yazmadım, onlar yazdı. Ben sadece onların kendi kanlarıyla yazdıkları o muhteşem destanı tüylerim ürpererek okudum ve okuduklarımı size aktardım. Sonunda bu romanlar çıktı ortaya. Onlara layık olmaya çalıştım. Her bir sözcüğü yürek damarımdan süzerek çıkardım. Bir noktanın, bir virgülün eğri durmasına gönlüm razı olmadı. Eğer onları gelecek kuşaklara doğru anlatabildiysem, bu romanlar amacına ulaşmış olacaktır"

 

Yazar, serinin son kitabı İbrahim Kaypakkaya'nın romanını yazarken, Türkiye'nin o günkü koşullarında ortaya çıkan toprak sorunlarına ve işçi grevlerine de değineceğini belirtiyor.

 

Sezim Özadalı,
Aydınlık, 2 Ağustos 2011

"KOZA KARANLIĞI" SERİSİ: "KERBELA / ŞEYH BEDREDDİN" ve "PİR SULTAN ABDAL"

"Adanmış Hayatlar" serisini oluşturan "Hasretim Derin Uykularda, Ağlasın Gökyüzü" ve "Kırmızı Bahar" yazarın son dönem eserleridir. Bu üç roman, yakın tarihimizin bir başkaldırı ve direniş destanıdır. 68 kuşağı üzerine yazılmış ilk roman serisi olma özelliklerinin yanı sıra, aynı zamanda onlar üzerine yazılmış en kapsamlı ve en etkileyici eserlerdir. Birbirinden bağımsız olarak okunduğunda, kendi başlarına bir bütün olan bu romanlar, peş peşe okunduklarında, bir dönemin çatışmalarını ve acılarını yansıtan ve birbirini tamamlayan uzun bir seriyi oluşturur.

Daha sonra yazarın "son dönem" eserleri arasına katılan "Kerbela - Sözün Bittiği Yer" adlı romanında ise, "din" adına ortaya çıkan ve Kerbela katliamını hazırlayan tarihî olaylar tüm açıklığıyla gözler önüne serilir. Zihinsel gel-gitlerle beş kuşağın öyküsünü içeren "Kerbela" romanı, uzun bir çöl yolculuğunun, zilleten kaçışın ve ilahi öğretiye sarılışın, aşkla yaşamanın ve kucaklaşmanın romanıdır. Susuz çöllerde sancılı bir bekleyişin ve sonu trajediyle biten olağanüstü bir direnişin destanıdır. Okurken, insanlık tarihinin en büyük ihanetlerinden biriyle yüzleşirsiniz.

 

Yazarın, Şeyh Bedreddin üzerine yazdığı "Şeyh Bedreddin Destanı" ve Pir Sultan Abdal üzerine kaleme aldığı "Demirin Üstünde Karınca İzi" adlı romanlarında ise, Osmanlı tarihi boyunca ortaya çıkan halk ayaklanmaları dile getirilmiştir.

"Kerbela" romanıyla birlikte "Koza Karanlığı" serisini oluşturan bu eserler de tıpkı "Adanmış Hayatlar" serisi gibi tek başlarına bir bütündür, ancak peş peşe okunduklarında, Emevi'den Abbasi'ye, Selçuklu'dan Osmanlı'ya kadar uzanan sürecin panoraması çizilir, o çağlarda ortaya çıkmış ne kadar halk isyanları varsa hepsi canlı bir şekilde gözler önüne serilir.

 

"Şeyh Bedreddin Destanı" sürgün yolculuğuyla başlar. Geriye dönüşlerle, roman kahramanını sürgüne zorlayan olaylar tek tek aktarılır. Eğitim için Kahire'ye gitmiş, yıllar sonra tekrar Osmanlı topraklarına dönmüştür. Dönerken, Aydın yöresinde Börklüce Mustafa ve Manisa'da Torlak Kemal'i tanımıştır. Siyasi ortam çok karışıktır. Yıldırım BaYezid'in ölümünden sonra şehzadeler (Çelebi kardeşler) taht kavgasına girmiştir. Israrlar sonucu Şeyh Bedreddin, şehzadelerden Musa Çelebi'nin kazaskeri olur, fakat daha sonra Bizans'la işbirliği yapan Mehmet Çelebi, üç kardeşini öldürerek sarayı ele geçirir ve Şeyh Bedreddin'i İznik’e sürgüne gönderir. Roman işte bu yolculukta başlamaktadır. Şeyh Bedreddin sürgündeyken, Aydın bölgesinde Börklüce ve Manisa taraflarında Torlak Kemal isyanları patlak verir. Bu isyanlardan sorumlu tutulan Şeyh Bedreddin, Sokrates'i aratmayacak bir yargılamadan sonra Serez çarşısında çıplak olarak idam edilir.

Yazar, "Koza Karanlığı" serisinin üçüncü kitabı olan "Demirin Üstünde Karınca İzi" adlı romanına ise bir sunuyla başlar. Bu kısa "sunu"da yazar şunları söylemektedir:

 

Dervişlik edenin arıdır özü / Araya mı gider arifin sözü / Demirin üstünde karınca izi / Karanlık gecede görenler gelsin... "Pir Sultan Abdal'ın deyişi bu şekilde devam ediyor. Aslında benim yaptığım da demirin üstünde karınca izi aramaktan farksızdı. Hangi dönemde yaşadığı, eylemleri ve deyişleri bu konuyla ilgili çevrelerde bile tartışmalıyken, ben tutup bu tartışmalı konudan kanlı canlı bir ozan çıkaracak, çağdaşlarını ve ilişkilerini saptayacak, sanatçı kişiliğine uygun bir duruş verecektim. Üstelik onun şahsında tarih öncesi Anadolu uygarlıklarını, Selçuklu ve Osmanlı'yı kucaklayan yüzlerce yıllık tarihi de yansıtacaktım. Bu çok ağır bir sorumluluktu ve böyle bir sorumluluğu üstlenmek gerçekten çılgınlıktı. Fakat doğru bir kurgulamayla bunun mümkün olabileceğini de biliyor, en azından seziyordum. Konuya tamamen odaklanmayı ve çok yoğun bir tempoyla aylarca çalışmayı göze almam gerekiyordu.

 

Aslında işi zorlaştıran, Pir Sultan Abdal'ın yaşamına dair çok belirgin ve kesin bilgilerin olmayışıydı -ki bu boşluğu bir şekilde doldurmam gerekiyordu. Aklıma ilk gelen, ozanın yaşamına dair yakaladığım bazı ipuçlarından, ayrıca onun yaşadığı döneme damgasını vuran siyasi olaylardan ve isyanlardan hareketle olayları örgüleyebilme düşüncesiydi. Bu düşünce kurgu aşamasında her ne kadar ürkütücü geldiyse de, yazma aşamasında çok işime yaradı. Takdiri siz değerli okurlarıma bırakıyorum.

 

Pir Sultan gibi erenler katına yükselmiş ulu bir ozanın, toprakta bile iz bırakmayan karıncanın izini demirin üstünde görebilmesi, yani kimsenin göremediğini görmesi veya görünenin ardındaki görünmeyeni görmesi, bu romanın sadece adını değil, amacını ve içeriğini de belirledi. Selam olsun Pir Sultan'lara."

 

Vehbi Bardakçı romanları sadece tarihin karanlıkta kalmış öteki yüzünü yansıtmakla kalmayan; aynı zamanda coşkulu, yalın ve akıcı dili, lirizmi, duygu yoğunluğu ve destansı tadıyla okuruna gerçek anlamda edebi haz veren önemli eserlerdir.

 

OZAN YAYINCILIK TANITIM BÜLTENLERİNDEN

VEHBİ BARDAKÇI'NIN SON ROMANI: DEVRİMİN AYAK SESLERİ

Yazar Vehbi Bardakçı, bu son romanı için kitabın önsözünde şunları söylemektedir:

 

"(...) Çocukça hayallere kapıldım, bir koşuda dağın zirvesine çıkacağımı sandım. Bu hayalimi gerçekleştirmek için çetrefilli yollara düştüm. İçinde kaybolup gideceğim bir maceraya atılmıştım. Bunu fark ettim. Daha dağın eteklerinde, zirveye uzanan bakışlarım, yorulmuş olarak tekrar bana döndü. Bırakın zirveye çıkmayı, dağın eteklerindeki kayalıklar bile bana geçit vermiyordu. Geriden ufacık görünen yokuşların her biri aşılmaz birer kütle olmuştu. Çıktığım her yokuşun başında zirveye ulaştığımı düşünüyordum. Oysa ben o görkemli dağın en alçak eteklerinde çırpınıp durmaktaydım."

 

"Yoruldum, yılgın gözlerle arkama baktım. Dağın içinde sanki bir karınca gibiydim ve henüz dağın tırnaklarında bile değildim. Fakat serde inatlık vardı, geri dönmeyi kendime yakıştıramadım. Zirveye çıkacağıma ve orada bir çoban ateşi yakacağıma dair dostlarıma ve kendime söz vermiştim. Çaresiz tırmanmaya devam ettim. Fakat dağın her çıkıntısı, her kesiti, her katmanı soluğumu kesti, bütün gücüm damarlarımdan sağılıp toprağa aktı, umutsuzluğa kapıldım. Taşlar, kayalar, vadiler, sırtlar, kıvrımlar, bükler, dağ içinde başka bir dağ gibiydi. Çıktığım her zirveden sonra yeni bir zirve dikildi önüme. Bu durumda yapmam gereken tek şey vardı; madem dağı aşamıyordum, o zaman dağın aşılmazlığını anlatmalıydım."

 

"Bu çalışma sürecinde şunu öğrendim; o dağı aşamayanlar, eteklerine dahi yaklaşamayanlar, o dağa küfretmekte, öfkelenmekte ve o dağı taşlamaktaydı. Fakat o dağ, bu zavallıların attığı taşlarla daha da zenginleşip büyümekte ve görkemine görkem katmaktaydı. Çünkü o dağı taşlayanlar, attıkları taşlarla dağı bir miktar daha büyütmekteydi. Oradan devşirilen taşlarla da görkeminden hiçbir şey kaybetmiyordu."

 

"Yazdığım bölümlerin her biri aslında başlı başına bir roman konusuydu. Çocukluğu bir roman, okul hayatı başka bir roman konusuydu. Şam, Trablus, Paris, yine Trablus... Bunlar başlı başına roman konularıydı. Balkan Harbi sırasında görev yaptığı Gelibolu başka bir roman, Sofya'da yaşadıkları başka roman... Çanakkale Savaşları ise, tek başına üç ciltlik başka bir roman konusuydu. Mondros'la gelen işgaller ve Milli Mücadele'nin hazırlık dönemleri başka, Samsun'la başlayıp, Havza, Amasya, Erzurum ve Sivas'la devam eden süreç daha başka roman konusuydu. Fakat bunları toparlayarak anlatıp Ankara sürecine geldiğimde, karşıma başka bir dağ dikildi. Bu romanı bitiremeyecek miydim yoksa? Oysa ben kendime ve dostlarıma söz vermiştim. Ayrıca kendimi büyük öndere karşı 'borçlu' hissediyordum. Yoksa ben bu 'borcu' ödeyemeyecek miydim?"

 

"Uykusuz geceler yaşadım. Zaman zaman umutsuzluğa kapıldım. Her umutsuzluğa kapıldığımda Mustafa Kemal'i hatırladım. O nasıl başarmıştı? Düzenli ordu yoktu. Silah yoktu. Para yoktu. Düşman çok, dost yoktu. Büyük Taarruz'la İzmir'i nasıl kurtarmış, saltanatı nasıl yıkmış, devrimleri nasıl yapmıştı? Bunları düşündükçe motive oldum. Mustafa Kemal'in ruhuyla dağları tekrar zorladım. Kayaları iğneyle kaza kaza ilerledim. Umarım başarmışımdır. Umarım seversiniz. Roman artık sizindir. Keyifli okumlar diliyorum."

 

Vehbi Bardakçı

OKUMAYI SEVDİREN KİTAPLAR

Türk insanı için kişisel gelişim kitapları yazan Vehbi Bardakçı, hepsi de Ozan Yayıncılık'tan çıkan "Yarım Kalan Türkü" ve "Kapı Kapı"dan sonra, "İnsan Sevdikçe Güzelleşir" ve "Kelebek Vadisi" ile bir anda dikkatleri üzerine çekti. Kısa bir aradan sonra yazarın "Özgürlük" ve "Dünyanın En Güzel Kitabı" adlı romanları da okuruyla buluştu.

Ülkemizde yayınlanan ve genellikle çalışma ve eğitim hayatına yönelik olduğu düşünülen kişisel gelişim ve başarı kitapları bizim için ne kadar gerçekçi reçeteler sunuyor? Vehbi Bardakçı'nın kitapları bu konuda doğrudan Türk toplum yapısına yönelik mutluluk ve başarıya ulaşma önerileriyle bir ilk olarak büyük beğeni topluyor.

 

Vehbi Bardakçı'nın "İnsan Sevdikçe Güzelleşir" ve "Kelebek Vadisi" adlı yeni kitapları raflardaki yerini alır almaz büyük bir tartışmayı beraberinde getirdi. Bugüne kadar egemen medya tarafından önümüze koyulan ve kendi hayatımızla uzaktan yakından ilgisi olmayan yabancı kişisel gelişim kitapları, gerçeği söylemek gerekirse, zamanımızı çalmaktan başka hiçbir işe yaramamıştı. Buna rağmen bizler İngiliz gibi yaşıyor, Amerikalı gibi düşünüyor rolü yaparak, hayatımızdaki boşluklara "Ferrarisini Satan Bilge" tarzındaki kitaplarla çözüm buluyor numarası yaptık. Ama doğrusu ne mutluluğu ne de başarıyı bulabildik.

Bardakçı'nın kişisel gelişim kitaplarını okuyanlar, hem kendilerini geliştirme yönünde büyük kazanımlar elde ediyorlar, hem de bu eserlerin edebi tadına varıyorlar. Çünkü Vehbi Bardakçı'nın eserleri sadece kişisel gelişim kitapları olmaktan çok öte. Onun kitapları, herkesin kolaylıkla anlayabileceği sadelikte, ama her biri aynı zamanda derin içerikler taşıyan edebi eserler. "İnsan Sevdikçe Güzelleşir"de, Berlin'den çıkıp, Şeytan Sofrası'na günbatımını izlemeye giden yalnız bir adamın, aslında içindeki ışığa ve huzura doğru ilerleyişini keyifle okuyor, okumanın zevkini ve tadını çıkarıyorsunuz.

ÇÖZÜM EVRENSEL AMA BİZDEN

Vehbi Bardakçı kendi kişisel gelişiminin ilk dönemini yetmişli yılların çalkantılı siyasi ikliminde yaşamış. Yazar bu döneme ait gözlemlerini "Yarım Kalan Türkü" ve "Kapı Kapı" adlı hikâye kitaplarında toplamış. Yurtdışına çıkışı sonrası insanın iç dünyasına yönelik felsefi yaklaşımlarla ürettiği "Evrenin Gizli Boyutları"nı yayınlayan yazar, daha sonra tüm birikimlerini, insanları mutluluğa ve başarıya götürecek içsel barış ve arınma temalarına yöneltmiş.

Aslında Bardakçı'nın eserleri ne milliyetçi ne de dünyadan kopuk. Onun sunduğu başarı ve mutluluk reçetesi bize özgü, ama aynı zamanda evrensel. "Bunlar belki de Türkçe yazılmış ilk kişisel gelişim kitapları" diyor Bardakçı. Ama bu toprakların değerleri üzerinden tüm dünyaya sesleniyor. "Bu topraklar" derken, kuşkusuz Eski Yunan'dan Hititler'e, Selçuklu'dan Osmanlı'ya kadar bizi biz yapan tüm geçmişimiz ve kültür birikimlerimiz anlaşılmalıdır. Bardakçı'nın kahramanları âdeta "biz insanlığın taa kendisiyiz ve bu yüzden söylenecek çok sözümüz var!" diye haykırıyor.

 

Yazarın daha önce iki ayrı yayınevinden çıkan "Kelebek Vadisi" isimli eseri de ekim ayında (2013) diğerleri gibi OZAN Yayıncılık'tan çıktı. Bir ressamın kendi çizdiği tablo içinde kaybolmasını konu edinen eser, aslında tüm yaşamımız boyunca yaptıklarımız, düşündüklerimiz ve çevremize yaydığımız pozitif ve negatif enerjilerle hayattan aldığımız karşılıkları anlatıyor. Nefret ve kızgınlık gibi duygularla aslında sadece kendi cehennemimizi yaratıyoruz. Bu cehennemin içinde yaşamak zorunda değiliz. Adını Ölüdeniz'e yakın, etrafı 350 metre yükseklikte dağlarla çevrili bir kanyondan alan bu kitap daha şimdiden yazın dünyasında ses getirmeye başladı.

YETMİŞLİ YILLARDAN KOPUP GELEN YAZAR

"Kelebek Vadisi"nden sonra, yazarın "Özgürlük" ve "Dünyanın En Güzel Kitabı" adlı romanları da okurlarıyla buluştu. Daha önce iki ayrı yayınevinden çıkan "Dünyanın En Güzel Kitabı"yla ilgili olarak 26 Kasım - 4 Aralık 2007 tarihleri arasında Mersin gazetesinde bulduklarımızı aktarıyoruz:

"Kültür Merkezi olarak da bilinen Mersin Devlet Opera ve Bale Salonu'nda, Mersin Valisi Hüseyin Aksoy'un da hazır bulunduğu kalabalık davetliler huzurunda 'Dünyanın En Güzel Kitabı'nın  galası yapıldı."

 

"Galanın sponsorluğunu ve organizesini üstlenen gazetemiz, bir hafta boyunca bu haberi manşetten verdi. Yazılı ve görsel basının yoğun ilgisiyle karşılaşan Vehbi Bardakçı, 'Dünyanın En Güzel Kitabı' adlı romanının kahramanıyla birlikte yerel televizyon İGRT ve TRT Çukurova Radyosu'nun konuğu oldu."

 

"2 Aralık Pazar günü Kültür Merkezi'nde gerçekleştirilen bu etkinlikte, yazar Vehbi Bardakçı, 12 Eylül'de siyasi nedenlerle yurtdışına çıktığını ve yıllarca ülkesine dönemediğini, yıllar sonra nihayet döndüğünde de Toroslar'da 'dünyanın en güzel kitabı'yla karşılaştığını söyledi. Duygularını, 'siz bu kitabı belki yeni okuyacaksınız, fakat bu kitabı ben yıllar önce kitap için ağlayan küçük bir çocuğun hüzünlü bakışlarında ve akan gözyaşlarında okumuştum' diyerek dile getiren Bardakçı ayakta alkışlandı. Yazar daha sonra okurlarıyla tanışarak özel sohbetler yaptı ve kitaplarını imzaladı. (Mersin Gazetesi, 26 Kasım - 4 Aralık 2007)"

 

OZAN YAYINCILIK TANITIM BÜLTENLERİNDEN

*Bu yazı, Mersin gazetesinin bir hafta boyunca manşetten verdiği haberlerden derlenmiştir. Bu etkinlikle ilgili köşe yazıları ve değerlendirmeler "Ne Dediler?" linki altındadır.